16 Ekim 2011 Pazar

Ayşe Gönül TEHMEN (özgeçmiş)

  …Ankara’da 1955 yılında dünyaya geldi. İlk,orta ve liseyi daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler bölümünü bitirdi. Çok sevdiği mesleğine Gaziantep’te başladı.Bir buçuk yıl sonra, görevine Yalova Kız Meslek Lisesi ve  Yalova Lisesinde devam etti. On sekiz yıl çalıştığı bu okulundan da emekli olmayı hayal etti. Ancak 1999 depremi buna izin vermedi. Deprem sonrası, tayin isteyerek gittiği Ankara’da, bir yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. İki yıllık kolej öğretmenliğinde de, her zaman geriye dönüşün tadını aldığını ve artık yaşamının bu sayfasını kapattığını söyler.
         Emekli olmasıyla birlikte, lise yıllarından itibaren yazmaya duyduğu  yoğun istek ve hevesleri sonucunda önce, “KimseSİZ”, sonra da “MaviADA” Dergilerinde, kendisine ayrılan sayfada,ufak tefek yazılar yazmaya başladı. Bunlar daha çok gezi yazıları ve anı türlerinde oldu. Bu tür yazıları ile, yeni yetişen genç nesle, ülkesinin güzelliklerini tanıtabilmeyi ve  sevdirebilmeyi amaçladı. Hatta derginin “Gezgin Teyzesi” olarak anıldı bir süre…
        Şimdi de özlemini her zaman çektiği Yalova’ya, dostlarına döndü ve yazmaya devam ediyor…Ve sevdiklerine en içten dilekleriyle armağan ediyor…

ÇEŞM-İ CİHAN...

        AMASRA ; ÇEŞM-İ  CİHAN”…

     Bu sabah,uykusuz geçen gecenin ardından,her zaman ki gibi yeni bir gezinin heyecanı ve tatlı telaşı içindeyim. Hep böyle olurum ben. Yurdumun bilmediğim bir başka yöresine gitmek beni mutlu heyecanlara sürüklüyor. Bu duyguya bayılıyorum…
       Bu kez Karadeniz’in, daha doğrusu Batı Karadeniz’in çok şirin bir sahil kasabasına uzanacağız. Nicedir görmek istediğim bir yer. Benim sevdamı bilen  güzel dostlarım, haber verdikleri zaman sevinçten havalara uçmuştum.
       İşte şimdi düşlerimin küçük, balıkçı kasabası  Amasra’ya gidiyoruz.
      

                                                        ***
       Geceden çıkardım sırt çantamı durduğu yerden. İçine en gerekli iki üç parça eşyayı yerleştirdim, başucuma koyup yattım. Sabah  ayaküstü bir kahvaltıdan sonra vurdum omzuma, düştüm yollara…
       Sözleştiğimiz saatten çok önce otobüsün kalkacağı yere varmıştım bile. Beklemeyi hiç sevmiyorum ama bu koşuşturma içinde her şey saat gibi işlemiyor bazen. Sabretmek gerektiğini hayat öyle bir öğretiyor ki. Neyse, zor geçen birkaç dakikadan sonra hareket ettik. Rehberimizin anlattıklarını dinlerken, bir yandan da elime verilen programa göz gezdirmeye çalıştım acele…Herkes, yanında ki yol arkadaşı ile koyu bir sohbette görünüyor. Bazıları da, yolu büyük bir keyifle izliyor. Ben de bunlarda biriyim aslında. Ne gazete yada başka bir şey okuyabilirim, ne de konuşabilirim. Doğayı, evleri, kasabaları, köyleri, tarlada çalışan insanları…izlemekten büyük bir keyif alırım. Ama bu defa öyle değil. Çünkü yanımda, Yalova’da ki genç kızlık günlerimizin can arkadaşı Zühre var. Onunla yıllar sonra,Ankara’da karşılaşmayı herhalde ne o, ne de ben aklımıza hiç getirmemiştik. Ama hayat dedim ya, insanları hiç ummadığı zamanlarda bir araya getiriveriyor işte. Bunlara, mutlu rastlantılar diyorum ben…Biz de anılarımıza öyle bir dalış yapmışız ki, sormayın gitsin…Bu arada göz ucuyla da olsa dışarıyı kaçırmamaya çalışıyorum. Zührecim de farkında ama ne yapsın? Arkadaşı bir doğa tutkunu tam anlamıyla. Çaresi yok, bir süre sonra o da bana katılacak…
        Artık bir hayli yok aldık sayılır. Ankara’nın meşhur bozkırlarının giderek değiştiğini gözlemliyoruz. Uzun süredir yeşilin her tonundan oluşan, alabildiğine gür bir orman örtüsü bizimle beraber. Mayıs ayında olmamıza karşın,dağların yüksek yerlerinde hala kar var. Göl manzaralı dağ köylerini görüyoruz. Sonra, Gerede,Bartın,Zonguldak yoluna giriyoruz. Baharla beraber canlanan doğanın içinde kuzular,oğlaklar,buzağılarla dolu çiftliklerden geçiyoruz.
       Kızılırmak’ın kolu Devrek çayı ve kasabası, erik ağaçları ile bizi karşılıyor. Ağaçtan işlemeli bastonları ile ünlü olduğunu öğreniyorum. Yol boyu, tüm Karadeniz’in özelliği olan dağınık yerleşmenin hakim olduğu bir görüntü var yaylalarda. Camisi,kırmızı kiremitli damları ile şirin dağ köyleri oraya buraya serpilmiş,yeşilin içinde dikkat çekiyorlar. Doğa buralara halısını çoktan sermiş.
      “Kuşkaya”sına geldik bile.Tarihsel turizmin ilk başladığı yer,ilk mola noktası. Roma zamanına ait ve 75 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor.Yukarda tarihi bir anıt var. O kadar çok kuş var ki,sesleri kulaklarımızı dolduruveriyor. Fatih Sultan Mehmet,denizi buradan ilk gördüğünde, “Çeşm-i Cihan dedikleri yer burası olmalı” demiş. Gerçekten de Amasra buradan bir başka görünüyor.
       Amasra Kalesi, Roma döneminde, M.S.14. ve 15. Yüzyıllarda Cenovalılar tarafından yapılmış. Adı,kraliçe Amasris’den geliyor. O’nun kolyesini andıran bir kapıdan geçerek kaleye giriyorsunuz.”Karanlık Kapı”. Bu arada “dilek taşı”nda dilekleriniz diliyorsunuz. Gerçekleşmesi, attığınız taşların delikten geçmesine bağlı. Olur yada olmaz ama bir süre eğlenmemize neden oldu.
       Ordu  ve Trabzon’dan sonra burada da bir Boztepe olduğunu öğrendik. Oraya, kısa, dar çiçekli bir patikadan hafif tırmanarak çıkıyoruz.“Ağlayan Ağaç”ın hikayesini dinliyoruz.Yaprakları sisli havalarda terleme yaparak su akıtıyormuş. Adı buradan geliyor. Kırk yaşından daha büyük olduğu söylendi.Hemen karşımızda,“Tavşan Adası” bulunuyor. Üzerinde çok sayıda beyaz tavşan  oradan oraya koşturup duruyor. Denizin üzerinde martıları izliyoruz. Gelişigüzel yazılmış bir tabela dikkat çekiyor. “Tavşan,martı ve yunusları seyretmek için dürbün, beş dakikası beşyüz kuruş”…Yüzlerde gülümseme…
         Papatyalar,mor dağ sümbülleri,yıldız çiçekleri topluyorum yol kenarlarından. Bahar, doğanın bayramı olmalı. Salaş bir çay bahçesinde, denizin hemen yanında çayımı yudumlarken inanılmaz bir keyif  yaşıyorum. Denizin kokusunu derin derin içime çekiyorum. Gözlerim kapalı, her şeyden uzak hayallerim ve düşüncelerimle baş başayım şimdi.Tekrar açtığımda ise,karabataklar,martılar,balıkçı motorları ile deniz, tıpkı bir kartpostal misali karşımda. Amasra’nın beni yanıltmayacağını biliyordum. Birden gözüm takıldı karşı tepelere. Beton bloklar kondurulmuş plansız ve gelişigüzel. Hiç iç açıcı değil gördüklerim, gelecek için umut vermiyor. Doğanın ve bu güzelim kentin bu şekilde bozulmasına umarım bir dur diyen çıkar, çıkmalı da…
            Kalacağımız yer, Çakraz köyü. Amasra’nın içinden gidiliyor. Dağdan inerken pek çok köyden geçiyoruz. Yol oldukça virajlı. Her dönüşte farklı bir deniz ve dağ manzarası ile karşılaşıyoruz. Erikler yol boyu kar taneleri gibi çiçeklerini açmış,bize hazırlanmışlar sanki. Otobüste fotoğraf makinemle sabitlemeye çalışıyorum görüntüleri yalpalanarak! Zühre ile gülüşüyoruz. Çakraz, deniz kenarında .Henüz keşfedilmemiş,bakir bir köy bizi karşılıyor. Buna seviniyorum sessizce. Bu doğallığı bu saflığı ilk keşfeden ben oldum diye. Denize sıfır bir motelde konaklayacağız. Deniz, el değmemiş bir kumsal,orman ve kayalıklar bir arada.Denize girenler var,hava öylesine sıcak. Doğa da bizden yana. Artık gün batımına yaklaşıyoruz. Manzara büyüleyici. Soluğumu tutup izliyorum bir süre…Sonra, yorulan ayaklarımı,kıyıda Karadeniz’in serin sularında dinlendiriyorum. Soğuk önce içimi ürpertse de hoşuma gidiyor. Sonra da sahilde yürüyorum, sıcacık kumların üzerinde…
             Akşam yemeğimiz,mercimek çorbası,sınırsız balık ve salatadan oluşuyor. Zaten Amasra’da balık ve salata yemeden eve dönmek yok. Salatada bildiğiniz her türlü ot var. Roka, kıvırcık,taze soğan,tere,maydanoz,taze nane,domates,yeşil biber,körpecik semizotu…daha sayayım mı? Bunların hepsi de, henüz bahçelerden koparılmış masaya getirilmiş, o kadar taze ve leziz.Turşu bile vardı. Geç vakte kadar müzikle,şarkılarla devam ettik…Sabah açık pencereden burnuma gelen denizin kokusu ve dalga sesi ile gözlerimi Karadeniz’e açtım. Hafifi çırpıntı vardı. Deniz’i nasıl özlediğimi işte o zaman daha iyi anladım.Uzaktan gördüğümüz dost yunuslarla tadına doyulmaz bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası grupta ki genç arkadaşımızın gitarından çıkan nağmeler beni hem hüzne hem umuda götürdü. “Ne kavgam bitti ne sevdam,ömür geçer gönül geçmez; Her ayrılık bir vurgun gibi,değmeyin yaşlarıma,benden selam söyleyin tüm aşklarıma”… Sonra,sahilde uzun bir gezinti yaptık. Yol kenarında sebze satan bahçe sahipleri ile sohbetler ettik. Alışveriş yaptık. Dönüşte aynı salatayı evde yapmaya çalıştık ama inanın aynı tadı vermedi nedense!
                 Çakraz’ı bırakıp gitmek zor olacak gibi. Ama her güzelliğin bir sonu var ne yazık, istemesek de…

Patara’ dan Sonra En Uzun Sahile Sahip Bir Tatil beldesi; İnkumu…

                Orası da neresi demeyin? İnkumu plajı… Bartın ili merkezine 15 km. uzaklıkta ve kuzeyde, Batı Karadeniz’in eşsiz güzelliklerine sahip bir tatil ve turizm cenneti… 3 Km. uzunluğunda sahil şeridi,pırıl pırıl denizi,yamaçlarında çam ormanlarıyla şirin bir yer. Yaz gelince neredeyse bütün Bartın’ın göç ettiği yazlık bir yöre. Benim de burası ile ilgili unutamadığım güzel anılarım var. Deniz kıyısında çayımı yudumlarken o yıllara döndüm yeniden. Sene, 1975-76 olmalı. Sanırım kısa bir tatile denk gelmişti. Ankara’dan, sevgili arkadaşım, canım kardeşim Nilüş’lerin yazlığına gitmiştik İnkumun’da bir evleri vardı. Bahattin Amca’nın o zaman, orayı nasıl keşfettiğine şaşırmıştım. Neden Akdeniz, Ege kıyısı değildi de, Batı Karadeniz’de adı hiç duyulmamış küçücük bir kasabayı tercih etmişti? Gördüğüm, özenle yapılmış bir villaydı üstelik. Şimdi anlıyorum aslında. Bahattin Amca da benim gibi doğa meraklısıymış meğer. O zamanlar henüz farkına varamadığımız  güzelliklerin o çoktan farkındaymış…Ne mutlu…Ankara’dan bizi toparlayıp, arabaya atıp götürmüştü. Ben onun hep dördüncü kızıydım. Beni öyle severdi. Bir dolu hoş ve komik anıları, sahili çınlatan şen kahkahalarımızı cebimize koyup, dönmüştük geri. Canımız hiç istemese de…Hemen cep telefonumun tuşlarına bastım, Nilgün karşımdaydı. “Bil bakalım neredeyim?” diye sordum, bir yandan da “kesinlikle bilemez” diyordum içimden, aklına gelmezdi çünkü. Söylediğim de öyle bir çığlık attı ki, telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. Nasıl da sevinmişti, yanımdaymış gibi. İşte paylaşmak buna diyorlar, Şimdi tüm bu güzellikleri sizlerle paylaşmak da aynı. Ben, bunu da seviyorum…

                                                                ***
  

 Safranbolu  Evlerini Gördünüz mü, Lokumundan Yediniz mi?


         Safranbolu, Karabük ilinin en büyük ve en gelişmiş ilçesi. Ankara’nın yaklaşık 200 km. kuzeyinde bulunuyor. Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan evleri ile ünlü  olan bu şehir,bu özelliği sayesinde 17 aralık 1994 tarihinde itibaren Türkiye’de Dünya Miras Listesinde yer alan  9 kültürel varlıktan biri.Adını, bu bölgede yetişen ender görülen bir bitki olan safrandan almış. Tarihte Paflagonya denilen tarihi bir  bölgede bulunuyor ve bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış. Türkler tarafından 1196 yılında alınmış. Kent, engebeli ve ormanlık bir görünüme sahip. Tarihte ünlü İpek Yolu üzerinde olması ticari açıdan değerinin artmasına neden olmuş. Evler, dönemin yaşam biçimini, kültürünü,beğenisini,üstün bir yapı tekniğini yansıtıyor. Hayran olmamak elde değil. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi,Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü öncülüğünde  koruma altına alınmış. Buna hepimiz çok seviniyoruz.
           Tarihi bir dekor içinde, “Kaymakam  Evi”nde, gözleme,ayran ve ev baklavasından oluşan öğlen yemeğimizi yiyoruz. Safranbolu’da restore edilmiş ve turizmin hizmetine sunulmuş bu tarz tarihi konaklar çok var. Bu da turizmimiz açısından ayrıca önemli…
            Yine Osmanlı Dönemi’nin izlerini taşıyan “Arasta” çarşısını gezdik. Diğer bir deyişle; “Yemeniciler Arastası”nı…”Arasta”,Osmanlı İmparatorluğu döneminde ordunun, asker postalı yada o zaman ki adıyla “potin” ihtiyacını karşılamak üzere yapılan çarşıya verilen isim. Daracık sokakları,küçücük renkli dükkanları var.Turizme yönelik, yöre kültürünü yansıtan, el işlemesi çeyiz malzemeleri, tahta işçiliğinin güzel örnekleri satılıyor. Anadolu insanının sıcaklığı yine bizimle. Safranbolu anısı olsun diye hediyelik bir şeyler alıyoruz sevdiklerimize. Bu arada kendime de tabi. Çünkü en büyük tutkumdur,gittiğim her terden mutlaka bir şey alırım oraya özgü. Evim bunlarla dolu, hepsi benim için çok özel.
            Sırada Safranbolu’nun ünlü lokumu var. Merkezde satan büyük,otantik döşenmiş bir dükkanda hem tadına bakıyor hem de alıyoruz.

                                                                    ***

8 Haziran 2011 Çarşamba

- 2-

KİMSESİZ SOKAK ÇOCUKLARIM...

Ankara’ya geldiğim ilk yıllardı...
...Emekli olduktan sonra uzunca bir süre hiçbir şey yapmadım. Başıma gelen acı olayların etkisi enerjimi yok etmiş gibiydi... Depremle başlayan dost ayrılıkları, canım annemin ve sonra da babamın özlemi bende derin izler bırakmıştı. O yılları, üzüntüleri içime sindirmekle geçirmeye çalıştım zor olsa da... Zaman içinde bunlarla yaşamayı öğreniyor ya da alışıyorsunuz .Çocuğunuz için yaşama asılmanız gerektiğini düşünüyor, kabulleniyorsunuz. Kolay görünmese de dayanacak bir şeyler buluyor sonunda insanoğlu. Ben de bunu yakalayabilmiş şanslı insanlardan biriyim.
İçimdeki sevgiyi hiç yitirmedim. İnsana, çiçeğe, dağlara, denize, ormana kısacası doğanın her parçasına; müziğe, şarkıya... yaşama dair her şeyi hep çok sevdim. Çıkış bu olmuştu, SEVGİ...Hızla akıp giden zaman içinde umutlarımı kaybetmeden yaşamaya çalıştım, pes etmeden.
Sonraları, karanlık gecelerin ardından doğan güneş gibi yüreğim aydınlandı yavaşça. Bu tatlı uyanış, beni yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirdi.
Artık bu kadar beklemek yeter dedim ve yalnızlığımı bir kenara bırakıp, sevgimi vermek üzere yeni arayışlar içine girdim.
Deprem sonrası, Ankara’da doğup büyüdüğüm bu tanıdık yerde her şey, artık bana yabancı gibiydi. Farklı bir çevrede, yeni arkadaşlarım vardı. Yeni kazanımlar elbette ki çok hoştu. Oysa eski dostlar, hayır hayır bu haksızlık olur, eski değil unutulmaz dostlar sizden çok uzaktı. Bulduğum her uygun koşulda onlara koşuyordum. Ama ne zamana kadar?Bu boşluğu nasıl dolduracaktım?
Çeşitli derneklere gittim. Bir süre devam ettiysem de hep bir eksiklik duydum içimde.
Yıllar sonra Ankara’da karşılaştığım Yalovalı bir arkadaşımdan, değişik bir öneri geldi. “Sokak Çocukları”Derneğinde çalışalım diyordu. Birden yüreğimin heyecanla çarptığını hissettim. Evet, işte aradığım buydu. Sevgi yokluğu yaşayan “kimsesiz sokak çocukları” ile olmalıydım.
İşe, gönüllü eğitmen olarak başladım. Değişik yaş grubundan olan çocuklara derslerinde yardımcı oluyordum. Kimisi okuma yazmayı bile yeni öğreniyordu. EN ÖNEMLİSİ SEVMEYİ ve SEVİLMEYİ öğreniyorlardı. Bu ilgi öylesine hoşlarına gitmişti ki, bunu ancak yüz ifadelerinden anlayabilirsiniz. Derin bir hüznün görüldüğü o bakışlarda, bazen sevinç, çoğu zamanda mutluluk okunmaya başlamıştı. Gözlerinde yakaladığım ışık beni nasıl da sevindiriyordu.
Sonraları aramızda müthiş bir diyalog oluştu. İki yıl süren beraberliğimizde birbirimizi hem çok iyi anladık hem de harika zamanlar geçirdik. Onlar için de öyle olduğunu biliyorum. Yaşamın acıları hafiflemiş gibiydi, ya da bir süre için öyle göründü. Olsun...Artık arabesk müzik çalan bir kaset çalarları vardı ve mutluydular!
Doğum günleri kutladık. Belki de, yaşamları boyunca olmayan bir doğum günü pastasının mumlarını üflediler, kim bilir neler dileyerek...Ve yediler. Kimi çikolatalı kimi meyveli...
Geçmişe döndük kimi zaman, o anlatılması zor günlere. Annelik iç güdüsüyle sarıldım sıkı sıkıya... Dert ortağı, sırdaş olduk. İçimdeki coşku ve huzurla döndüm eve çoğu zaman...
Sinemaya, tiyatroya gittim onlarla. Onlar için düzenlenen etkinliklerde omuz omuza çalıştık. Kalem sattık, kupa, takvim de...Ve daha bir sürü hoş paylaşımlar yaşadık elele...
Şimdilerde onlardan öğrendiğim yaşam adına çok şey var. Farklı bakıyorum hayata...

“Haydi, bu gençlere, çocuklara sizlerle bu güzellikleri paylaşma şansını verin. Onlara siz de hayat verin.”

“SOKAK ÇOCUKLARI İÇİN YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR. ÇOK GEÇ OLMADAN YARIN DEĞİL, BUGÜNDEN ÇOCUKLAR İÇİN ELELE!
Ayşe Gönül TEHMEN
2001- ANKARA
…PAŞAKÖY’ DEN ÖNCESİ…

…Yaşamımda çok değil, biraz geriye gittiğim de, ilk gençlik yıllarımın en önemli, ya da deyim yerindeyse, kayda değer bir zaman dilimini Yalova’da geçirdiğimi anımsıyorum. O dönemlere ilişkin o kadar çok, güzel ve asla unutulmayacak anı var ki… Düşünüyorum da, bu şehir benim için gerçekten önemli…
Deprem sonrası zorunlu olarak, hiç istemesem de Ankara’ya gittim. Orası benim doğduğum, sevdiklerimin yanında olabileceğim bir yerdi. Ne yazık ki, her şey insanların umduğu gibi gitmiyor. Depremin yıkıntılarını toparlamaya çalışırken, beklenmedik kayıplarla ardı ardına gelen onarılmaz yıkımlardan ve depremden yaklaşık yedi yıl sonra bir çıkış aradığımda, yine aklıma gelen ilk ve tek yer Yalova oldu. Karar vermeden önce gönlümü birçok yerde gezdirdim, hatta gittim, yaşadım; Yurduma haksızlık etmek istemiyorum. Ama hayır, asla Yalova aklımdan çıkmadı.Döndüm dolaştım,sonunda kendimi burada buldum.Yalova’nın belki de ya da eminim diyeceğim bağışlayın, beni en çok büyüleyen yerine,Paşaköy’e yerleştim.Gerçekte bu kararı vermek çok zordur görenler için.Çünkü Yalova’da her yer farklı bir hoşluk ve çekiciliğe sahiptir. Bunu biliyorsunuz; Maviada’ nın bir önce ki sayısında anlatmıştım dilimin döndüğünce. Ama o satırlar yetmedi bana, az geldi. Yönetmenim yine yaz dediğinde nasıl heyecanlandım… Bu kez farklı bir açıdan bakarak, Paşaköy’de sizlerle olmayı istedim…
…Yalova’yı bana göre çekici yapan en önemli özelliklerinden biri doğal güzellikleri, varlıkları, çeşitlilikleri… Aradığınız her şeyi burada bulabilirsiniz. Harika bir iklim, verimli toprak, ürün bolluğu, konumunun getirdiği ulaşım kolaylıkları… v.b.gibi bir dolu özellik, onu yerleşim açısından aranılan, tercih edilen bir bölge haline getiriyor. Dağları bile bir farklıdır Yalova’nın. Orada yeşilin her türünü görebilirsiniz. Uçarcasına inerken orman yollarından aşağıya, bir sestir, en sevdiğiniz bir şarkıdır kulaklarınızda rüzgarın uğultusu… Yolunuzun üzerinde ki minik yavru kaplumbağa, rengarenk çiçeklerin arasında dolanan kelebekler, dağ çileklerinin tadı, ıhlamurun kokusu… Gökkuşağı yolunun her iki yanından yayılan koyun sürülerini uzaktan görüntüsü, hele bir de gün batımları… Gecenin rengi ikiye ayrılmış gibidir. Sarı, turuncu ve kırmızılar maviye kesen laciverde karışırken, değil bakmaya tadına doyulmaz Paşaköy’ ün…

Bütün bu güzelliklerin kolay kazanılmadığı bir gerçek. Geçmişte çok acılar yaşanmış olmalı diyerek başladım Paşaköy’ ün tarihini araştırmaya. Bunları öğrenmek benim için bir görevdi sanki. Eksik bir şeyler vardı, onu tamamlamak gerekiyordu. Bu güzelliklerin bir de geçmişi olmalıydı. Paşaköy’e haksızlık etmemek gerekiyordu… O’nu bu kadar seviyorsam onunla ilgili her şeyi de bilmem gerekir dedim… Coğrafya öğretmenliğimin yanı sıra “Tarih” dersi öğretmenliği de yapmış olmam, bu işi merakla birlikte bir görev saymamın da nedeni oldu. Bildiklerimi ve yıllarca öğrencilerimle paylaştıklarımı bir de sizlerle paylaşmayı istedim.
Aslında ders kitaplarında okuduklarımızdan hiç de farklı değil olan bitenler veya Paşaköy’ ün payına düşenler de... Ancak burada ki en önemli etken, gerçekleri hala yaşayan canlı kaynaklardan alıyorsunuz. Ve onların yüzünde geçmişin o silinmez izlerini açık seçik görebiliyorsunuz. İşte bu duygu ki, her şeyi farklı kılıyor.
30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra, tüm yurdumuzda olduğu gibi Yalova yöresinde de işgaller başlamış. Ancak, buraların tarihi oldukça eskilere dayanıyor. Güneyde ki Samanlı Dağları’nın Antik çağda ki adı, Arganthonios. Yerleşim Hitit dönemine kadar gidiyor. Daha sonraları Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalıyor. Yörede ki kaplıcalardan tarih süresince de yararlanılmış. Düşünülünce, kaplıcaların daha doğrusu, Termal kaynakların varlığına bağlı olarak gelişen sağlık turizminin doğuşunu, hatta gelişmesini o dönemlere dayandırmamız gerekir. Çünkü yapılmış olan tesisler bugün de turizm açısından aynı tarihsel özellikleri ve önemi taşıyor.
Yalova’nın Osmanlıların egemenliği altına girmesi ile Armutlu Yarımadası ve Yalakdere’nin batı kesimleri Rum ve Ermeni hakimiyetine girmiş. Cumhuriyet’in ilanından sonra da çevre ülkelerden göç almış. Bu nedenle, tam bir Türkçenin konuşulması olanaksız olmuş. Daha doğrusu farklı kültürlerin karıştığı, farklı dillerin konuşulduğu bir yer olmuş bu topraklar. Yerli halk ile kaynaşmak uzun zaman almış. Bu süre içinde kendilerini ayrı tutmuşlar.
Mondros’tan sonra, köylerde kurulan küçük koruma birlikleri, bölgelerini Yunan işgallerine karşı savunmuşlar. Bu durumda Yalova’nın köyleri de Yunan işgaline uğramışlar. Paşaköy’de bunlardan biri. Köyün yerinde bugün bu işgalin ve çarpışmaların izlerini görmek mümkün. Kurtuluştan sonra ise, Paşaköy’ lüler Safran Köyü’ne yerleştirilmişler. Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelen göçmenlerle birlikte o gün bu gündür yaşamlarını birlikte dostça, arkadaşça, artık bir ülkenin aynı insanları olarak, asla başka bir şey düşünmeden, hatta bunu akıllarına bile getirmeden sürdürüyorlar. Düşünün ki, onca acıdan sonra, bunların yaşanmasından daha güzel, daha istenen başka bir mutluluk olabilir mi?
Şimdi, ormana karşı balkonumda uzaklara bakarken, her şeye karşın buralarda yaşanmış güzel duygulara, aşklara dalıp gittiğimi anımsıyorum…

Ayşe Gönül TEHMEN
TRABZON HAZİRAN 2007