6 Şubat 2012 Pazartesi

BURASI BİR BAŞKA GEZEGEN...

BURASI  BİR  BAŞKA  GEZEGEN...                              

          Çok  heyecanlanmıştım. Tur  rehberinin  söylediği  bu  sözlerle uykulu gözlerimi  pencereden  dışarıya  çevirdim.
       Görüntü  inanılmazdı! Sabahın  alacakaranlığında, uçsuz  bucaksız  bir  bölgede ve   ilginç  yer  şekilleri arsında  kaybolmuş  gibiydik. Bu  doğallık  muhteşem,  bir  o  kadar  da  inanılmazdı. Kendimi  öylesine  kaptırmıştım  ki, bir  an için  nerede  olduğumuzu unutmuş  gibiydim. Herkes  soluklarını  tutmuş,  bu sihirli  manzarayı  seyre  dalmıştı. Doğanın  bölgeye  bir  armağanı  olmalıydı. Dünyanın  başka  hiçbir  yerinde  görülmeyen  bu  jeolojik  zenginlik  için  başka  ne  denilebilirdi  ki?
       20.000 km. karelik  alana, Pers  dilinde  “Güzel  Atlar  Diyarı” anlamına  gelen  “KAPADOKYA” adı  verilmiş. Altmış milyon yıl önce,Hasan  ve  Erciyes  sönmüş  volkanlarından  püsküren  lavların  katılaşması  ile  oluşan  volkanik  tüflerin,   aşınmaya  uğraması  sonucu  meydana  gelmiş, irili  ufaklı, genellikle  de  heybetli  doğal  oluşumlar.  Yöre  halkı tarafından, “ Peri  Bacaları”  olarak  adlandırıyor. Bütün dünyanın bildiği gibi, Literatürdeki  isimleri  de  böyle. Gece gündüz  sıcaklık  farkına  bağlı  olarak,  bazen  bir  gecede  bile  oluşabildiklerinden  böyle  anılıyorlar. Yani  ne  sihirdir, ne  keramet  anlayacağınız!...
      Yaşar  Kemal, yörede  yaptığı  araştırmalar  sonucu  peri  bacalarının  tepesindeki  taşların  öyküsünü  saptamış. Kabe’nin yapımı  sırasında taşlar  yetmemiş, çağrı  yapılmış  ve  dünyanın  dört  bir  tarafından  taşlar  Kabe’ye  yönelmişler.  Ürgüp’e  geldiklerinde  ise Kabe’nin  tamamlandığı  haberi  gelmiş, o  zaman  bulundukları  yerde  asılı  kalmışlar. Gerçekten  de  peri  bacalarının  üzerinde  şapkayı  anımsatan  bu  taşların, nasıl  olup da  düşmeden durabildiklerine  inanamıyorsunuz.
     Bölgenin  klasik  dünyada  tanınması  ve  Yunanca  biçimiyle  yazılması  Heredotos’ un  “Historia - Tarih” adlı  yapıtıyla  başlıyor.
     Çevrede  görülen  bol  sayıdaki  tümülüsler (mezar), Hellenistik  kültürün  buraya  kadar   ulaştığının  bir  kanıtı. Kiliseler  ve sanat, Hıristiyanlığın  yarattığı  bir  anlayışı  yansıtıyor. Hıristiyanlar  bu  uzak  coğrafyada  Türkler  gelinceye  dek  kendilerini  rahat  hissetmişler. Yumuşak  bölümleri  oyarak  yaşam  yerleri  yapmışlar.  Kiliseleri, okulları, mutfakları,  güvercinlikleri... var. Oymacılık  sanatının, taş  işçiliğinin  bu  denli  gelişmişliğini  görmek  insanı  şaşırtıyor, hayran  bırakıyor. Duvar  resimleri  görülmeye  değer. Konular  çoğunlukla  “İncil” den  seçilmiş.
       “Ihlara  Vadisi” ne  üç yüz basamaklı  bir  merdivenle  iniyorsunuz. Kiliseleri  ve  manastırları  geziyoruz. Vadiden  cılız  bir  su  akıyor  ama  yine  de  çevreyi yeşile  boyamaya yetmiş.
       Göreme, Nevşehir’den  15  km.  daha  doğuda, 7.  Ve  12.  Yüzyıldan  kalan  anıtların  bulunduğu  bir  vadi. Göreme  Açık  Hava  Müzesi, Kızlar  ve  Erkekler  Manastırı, Yılanlı  Kilise, şapeller ( küçük  kilise), freskolar, ikonalar  ayrıca, kiler, mutfak, yemekhaneden  oluşmuş “Refrectoryum”  denilen  yerleşmeleri  dolaşıyoruz. Ben  de  büyük  bir  hayranlıkla,  soluksuz  seyrediyorum  her  şeyi. El ile kazılmış, çekiçlerle  yapılmış  bu  taş  yapılar,  olağanüstü  bir  uygarlığı  simgeliyorlar.
        Bölgede oldukça ünlü vadiler bulunuyor. Zelve’de bunlardan biri. Avanos’a 5 km. uzaklıkta, kilise,manastır ve kaya evleri var. Bu evlerde Rumlardan sonra Türklerin kaldığı ancak, 1952 de “afet bölgesi” ilan edilerek iskana kapatıldığı biliniyor. Bugün, Türklerden kalma tipik bir kayadan oyma cami bulunuyor. Sonra  ki  günlerde Avcılar  Vadilerini,  Çavuşin  Köyünü  bir  rüya  aleminde  geziyoruz. Çavuşin şirin mi şirin bir köy. Burada ki eskiden kalma yapıların ne yazık ki doğal afetlerle yıkıma uğramasına çok üzülüyorum. Çavuşin Kilisesi de bunlardan biri.
       Oldukça  serin  ve  yağışlı  bu  bahar  günlerinde, doğanın  rengarenk  çiçekleri  ile  peri  bacalarının  buluşmasını  görmelisiniz. Her  yer  meyve  bahçeleri, üzüm  bağları  ile  dolu. Yöreye  özgü  bir  taş  olan  onix, yapı  malzemesi  olarak  kullanılmış.  Evler, kesme  taşlı, düz  damlı.  Yuvarlak  pencereleri  ile  çok  hoş  ve  doğal. Havanın  soğukluğuna  karşın  insanları  hep  sıcacık, içim  ısınıyor. Güler yüzle  sunulan  kekik, tarçın, limon  ve  elma  çaylarını  yudumlarken,  mutluluğu  da  yudum  yudum  içiyorsunuz  sanki...
       ...Ve  Uçhisar  Kalesine  çıkıyoruz.  Çevrede ki en yüksek kaya kütlesinin içine oyulmuş bir kilise, manastır ve sayısız kaya evleri ile ünlü. İşte Avanos’a kadar  Kapadokya  tüm  ihtişamıyla  karşınızda...
      Derinkuyu  ve  Kaymaklı  yer altı  şehirlerine  giriş  ürkütüyor  biraz. Dünyanın  en  uzak  yerlerinden, Japonya’dan,Kanada’dan  gelmiş  insanları  görünce  biraz  da  utanarak  yoluma  devam  ediyorum. O dönem  insanının  düşünce  gücüne, uygarlığına  hayran  olmamak elde  değil. Yerin  katlarca  altında,  düşmanlarından  korunmak  üzere  yaptıkları  bu  yerlerde  yıllarca  yaşamışlar. Her  ikisi  de  birbirine  9.5 km. lik  bir  tünelle  bağlanmış. Elli iki  havalandırma  bacası  var.  
      Kapadokya  insanı, o  dönemlerde  bağcılık, hayvancılık, halı  ve  kilim  dokumacılığı, çanak , çömlekçilik, mermer, taş  işçiliği  ile  geçiniyormuş,  şimdilerde  de  öyle...
       Kimisinin  bar,  şarap  evi,  restoran  olan  Peri  bacalarından  yükselen  neşeli  seslere  karışan  müzikle  geceler  sonlanıyor.  Kimisi  de  pansiyon  olarak  işetmeye  açılmış. Bir  gecenizi  de  şarap  evine  ayırmanız  gerekiyor.
      Şarap, yöredeki  eski  taş   imalathanelerde  yapılıyor. Otantik  köşelerde, folklorik giysileri içinde ki gençler tarafından sunulan  beyaz, pembe ve kırmızı şarapları  ince  bir  zevkin  ürünü  olan  kadehlerde   tadıyorsunuz. Hediyelik, tadımlık kadar şarap alıyoruz her birinden…
     Kapadokya  gezimiz  “Kızıl  Vadi”  de  son  buluyor. Güneşin  batışını,,  kırmızı  şaraplarınızı  yudumlarken  izliyor, bu  hoş  geziyi  egzotik  bir  anıyla  bitiriyorsunuz.  Gün  batımında  vadiye  vuran  kızıllık  buraya  adını  vermiş.
  
                                                                    ***

    Buraya kadar gelmişken, Hacı Bektaş Veli’ye uğramadan gitmek olmayacaktı. Türk-İslam tarihi için önemli şahsiyetlerden biri olan Hacı Bektaş Veli,kitleleri etkilemiş ve peşinden koşturmuştur. Pek çok insanın gönlünde taht kurmuş,”incinsen de incitme”,”her ne ararsan kendinde ara” sözleri ile engin hoşgörüsünü, insan sevgisini, barışa ve  kardeşliğe verdiği değeri ortaya koymuştur.13. Yüz yılda insan kanının su gibi aktığı dönemlerde insan sevgisini ve insan haklarını en içten duygularıyla dile getirmiştir.”Bir olalım,diri olalım,iri olalım” diyerek,birleştirici,yapıcı özelliğini de ortaya koyan ünlü bir mutasavvıftır.Türkçe’yi ibadet dili olarak benimsemiş ve kullanmıştır, buna da öncülük etmiştir.Kadına büyük değer vermiş, onu hiçbir zaman ikinci sınıf bir varlık olarak görmemiştir. Görüldüğü gibi böylesine yüce duyguları olan  seçkin bir  insanı ziyaret etmeden gitmek gerçekten büyük bir yanlış ve eksiklik olurdu.
 
                                                                     ***

    Kapadokya  yurduma  olan  sevdamı  arttırdı. Dönüş  yolunda  ağlayan  küçük  oğlumsa  bu  rüyanın  bitmesini benim gibi  hiç  istememişti...                                                                              
                                                                                                     Ayşe  Gönül TEHMEN
                                                                                                        Ankara  Mayıs  1995

16 Ekim 2011 Pazar

Ayşe Gönül TEHMEN (özgeçmiş)

  …Ankara’da 1955 yılında dünyaya geldi. İlk,orta ve liseyi daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler bölümünü bitirdi. Çok sevdiği mesleğine Gaziantep’te başladı.Bir buçuk yıl sonra, görevine Yalova Kız Meslek Lisesi ve  Yalova Lisesinde devam etti. On sekiz yıl çalıştığı bu okulundan da emekli olmayı hayal etti. Ancak 1999 depremi buna izin vermedi. Deprem sonrası, tayin isteyerek gittiği Ankara’da, bir yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. İki yıllık kolej öğretmenliğinde de, her zaman geriye dönüşün tadını aldığını ve artık yaşamının bu sayfasını kapattığını söyler.
         Emekli olmasıyla birlikte, lise yıllarından itibaren yazmaya duyduğu  yoğun istek ve hevesleri sonucunda önce, “KimseSİZ”, sonra da “MaviADA” Dergilerinde, kendisine ayrılan sayfada,ufak tefek yazılar yazmaya başladı. Bunlar daha çok gezi yazıları ve anı türlerinde oldu. Bu tür yazıları ile, yeni yetişen genç nesle, ülkesinin güzelliklerini tanıtabilmeyi ve  sevdirebilmeyi amaçladı. Hatta derginin “Gezgin Teyzesi” olarak anıldı bir süre…
        Şimdi de özlemini her zaman çektiği Yalova’ya, dostlarına döndü ve yazmaya devam ediyor…Ve sevdiklerine en içten dilekleriyle armağan ediyor…

ÇEŞM-İ CİHAN...

        AMASRA ; ÇEŞM-İ  CİHAN”…

     Bu sabah,uykusuz geçen gecenin ardından,her zaman ki gibi yeni bir gezinin heyecanı ve tatlı telaşı içindeyim. Hep böyle olurum ben. Yurdumun bilmediğim bir başka yöresine gitmek beni mutlu heyecanlara sürüklüyor. Bu duyguya bayılıyorum…
       Bu kez Karadeniz’in, daha doğrusu Batı Karadeniz’in çok şirin bir sahil kasabasına uzanacağız. Nicedir görmek istediğim bir yer. Benim sevdamı bilen  güzel dostlarım, haber verdikleri zaman sevinçten havalara uçmuştum.
       İşte şimdi düşlerimin küçük, balıkçı kasabası  Amasra’ya gidiyoruz.
      

                                                        ***
       Geceden çıkardım sırt çantamı durduğu yerden. İçine en gerekli iki üç parça eşyayı yerleştirdim, başucuma koyup yattım. Sabah  ayaküstü bir kahvaltıdan sonra vurdum omzuma, düştüm yollara…
       Sözleştiğimiz saatten çok önce otobüsün kalkacağı yere varmıştım bile. Beklemeyi hiç sevmiyorum ama bu koşuşturma içinde her şey saat gibi işlemiyor bazen. Sabretmek gerektiğini hayat öyle bir öğretiyor ki. Neyse, zor geçen birkaç dakikadan sonra hareket ettik. Rehberimizin anlattıklarını dinlerken, bir yandan da elime verilen programa göz gezdirmeye çalıştım acele…Herkes, yanında ki yol arkadaşı ile koyu bir sohbette görünüyor. Bazıları da, yolu büyük bir keyifle izliyor. Ben de bunlarda biriyim aslında. Ne gazete yada başka bir şey okuyabilirim, ne de konuşabilirim. Doğayı, evleri, kasabaları, köyleri, tarlada çalışan insanları…izlemekten büyük bir keyif alırım. Ama bu defa öyle değil. Çünkü yanımda, Yalova’da ki genç kızlık günlerimizin can arkadaşı Zühre var. Onunla yıllar sonra,Ankara’da karşılaşmayı herhalde ne o, ne de ben aklımıza hiç getirmemiştik. Ama hayat dedim ya, insanları hiç ummadığı zamanlarda bir araya getiriveriyor işte. Bunlara, mutlu rastlantılar diyorum ben…Biz de anılarımıza öyle bir dalış yapmışız ki, sormayın gitsin…Bu arada göz ucuyla da olsa dışarıyı kaçırmamaya çalışıyorum. Zührecim de farkında ama ne yapsın? Arkadaşı bir doğa tutkunu tam anlamıyla. Çaresi yok, bir süre sonra o da bana katılacak…
        Artık bir hayli yok aldık sayılır. Ankara’nın meşhur bozkırlarının giderek değiştiğini gözlemliyoruz. Uzun süredir yeşilin her tonundan oluşan, alabildiğine gür bir orman örtüsü bizimle beraber. Mayıs ayında olmamıza karşın,dağların yüksek yerlerinde hala kar var. Göl manzaralı dağ köylerini görüyoruz. Sonra, Gerede,Bartın,Zonguldak yoluna giriyoruz. Baharla beraber canlanan doğanın içinde kuzular,oğlaklar,buzağılarla dolu çiftliklerden geçiyoruz.
       Kızılırmak’ın kolu Devrek çayı ve kasabası, erik ağaçları ile bizi karşılıyor. Ağaçtan işlemeli bastonları ile ünlü olduğunu öğreniyorum. Yol boyu, tüm Karadeniz’in özelliği olan dağınık yerleşmenin hakim olduğu bir görüntü var yaylalarda. Camisi,kırmızı kiremitli damları ile şirin dağ köyleri oraya buraya serpilmiş,yeşilin içinde dikkat çekiyorlar. Doğa buralara halısını çoktan sermiş.
      “Kuşkaya”sına geldik bile.Tarihsel turizmin ilk başladığı yer,ilk mola noktası. Roma zamanına ait ve 75 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor.Yukarda tarihi bir anıt var. O kadar çok kuş var ki,sesleri kulaklarımızı dolduruveriyor. Fatih Sultan Mehmet,denizi buradan ilk gördüğünde, “Çeşm-i Cihan dedikleri yer burası olmalı” demiş. Gerçekten de Amasra buradan bir başka görünüyor.
       Amasra Kalesi, Roma döneminde, M.S.14. ve 15. Yüzyıllarda Cenovalılar tarafından yapılmış. Adı,kraliçe Amasris’den geliyor. O’nun kolyesini andıran bir kapıdan geçerek kaleye giriyorsunuz.”Karanlık Kapı”. Bu arada “dilek taşı”nda dilekleriniz diliyorsunuz. Gerçekleşmesi, attığınız taşların delikten geçmesine bağlı. Olur yada olmaz ama bir süre eğlenmemize neden oldu.
       Ordu  ve Trabzon’dan sonra burada da bir Boztepe olduğunu öğrendik. Oraya, kısa, dar çiçekli bir patikadan hafif tırmanarak çıkıyoruz.“Ağlayan Ağaç”ın hikayesini dinliyoruz.Yaprakları sisli havalarda terleme yaparak su akıtıyormuş. Adı buradan geliyor. Kırk yaşından daha büyük olduğu söylendi.Hemen karşımızda,“Tavşan Adası” bulunuyor. Üzerinde çok sayıda beyaz tavşan  oradan oraya koşturup duruyor. Denizin üzerinde martıları izliyoruz. Gelişigüzel yazılmış bir tabela dikkat çekiyor. “Tavşan,martı ve yunusları seyretmek için dürbün, beş dakikası beşyüz kuruş”…Yüzlerde gülümseme…
         Papatyalar,mor dağ sümbülleri,yıldız çiçekleri topluyorum yol kenarlarından. Bahar, doğanın bayramı olmalı. Salaş bir çay bahçesinde, denizin hemen yanında çayımı yudumlarken inanılmaz bir keyif  yaşıyorum. Denizin kokusunu derin derin içime çekiyorum. Gözlerim kapalı, her şeyden uzak hayallerim ve düşüncelerimle baş başayım şimdi.Tekrar açtığımda ise,karabataklar,martılar,balıkçı motorları ile deniz, tıpkı bir kartpostal misali karşımda. Amasra’nın beni yanıltmayacağını biliyordum. Birden gözüm takıldı karşı tepelere. Beton bloklar kondurulmuş plansız ve gelişigüzel. Hiç iç açıcı değil gördüklerim, gelecek için umut vermiyor. Doğanın ve bu güzelim kentin bu şekilde bozulmasına umarım bir dur diyen çıkar, çıkmalı da…
            Kalacağımız yer, Çakraz köyü. Amasra’nın içinden gidiliyor. Dağdan inerken pek çok köyden geçiyoruz. Yol oldukça virajlı. Her dönüşte farklı bir deniz ve dağ manzarası ile karşılaşıyoruz. Erikler yol boyu kar taneleri gibi çiçeklerini açmış,bize hazırlanmışlar sanki. Otobüste fotoğraf makinemle sabitlemeye çalışıyorum görüntüleri yalpalanarak! Zühre ile gülüşüyoruz. Çakraz, deniz kenarında .Henüz keşfedilmemiş,bakir bir köy bizi karşılıyor. Buna seviniyorum sessizce. Bu doğallığı bu saflığı ilk keşfeden ben oldum diye. Denize sıfır bir motelde konaklayacağız. Deniz, el değmemiş bir kumsal,orman ve kayalıklar bir arada.Denize girenler var,hava öylesine sıcak. Doğa da bizden yana. Artık gün batımına yaklaşıyoruz. Manzara büyüleyici. Soluğumu tutup izliyorum bir süre…Sonra, yorulan ayaklarımı,kıyıda Karadeniz’in serin sularında dinlendiriyorum. Soğuk önce içimi ürpertse de hoşuma gidiyor. Sonra da sahilde yürüyorum, sıcacık kumların üzerinde…
             Akşam yemeğimiz,mercimek çorbası,sınırsız balık ve salatadan oluşuyor. Zaten Amasra’da balık ve salata yemeden eve dönmek yok. Salatada bildiğiniz her türlü ot var. Roka, kıvırcık,taze soğan,tere,maydanoz,taze nane,domates,yeşil biber,körpecik semizotu…daha sayayım mı? Bunların hepsi de, henüz bahçelerden koparılmış masaya getirilmiş, o kadar taze ve leziz.Turşu bile vardı. Geç vakte kadar müzikle,şarkılarla devam ettik…Sabah açık pencereden burnuma gelen denizin kokusu ve dalga sesi ile gözlerimi Karadeniz’e açtım. Hafifi çırpıntı vardı. Deniz’i nasıl özlediğimi işte o zaman daha iyi anladım.Uzaktan gördüğümüz dost yunuslarla tadına doyulmaz bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası grupta ki genç arkadaşımızın gitarından çıkan nağmeler beni hem hüzne hem umuda götürdü. “Ne kavgam bitti ne sevdam,ömür geçer gönül geçmez; Her ayrılık bir vurgun gibi,değmeyin yaşlarıma,benden selam söyleyin tüm aşklarıma”… Sonra,sahilde uzun bir gezinti yaptık. Yol kenarında sebze satan bahçe sahipleri ile sohbetler ettik. Alışveriş yaptık. Dönüşte aynı salatayı evde yapmaya çalıştık ama inanın aynı tadı vermedi nedense!
                 Çakraz’ı bırakıp gitmek zor olacak gibi. Ama her güzelliğin bir sonu var ne yazık, istemesek de…

Patara’ dan Sonra En Uzun Sahile Sahip Bir Tatil beldesi; İnkumu…

                Orası da neresi demeyin? İnkumu plajı… Bartın ili merkezine 15 km. uzaklıkta ve kuzeyde, Batı Karadeniz’in eşsiz güzelliklerine sahip bir tatil ve turizm cenneti… 3 Km. uzunluğunda sahil şeridi,pırıl pırıl denizi,yamaçlarında çam ormanlarıyla şirin bir yer. Yaz gelince neredeyse bütün Bartın’ın göç ettiği yazlık bir yöre. Benim de burası ile ilgili unutamadığım güzel anılarım var. Deniz kıyısında çayımı yudumlarken o yıllara döndüm yeniden. Sene, 1975-76 olmalı. Sanırım kısa bir tatile denk gelmişti. Ankara’dan, sevgili arkadaşım, canım kardeşim Nilüş’lerin yazlığına gitmiştik İnkumun’da bir evleri vardı. Bahattin Amca’nın o zaman, orayı nasıl keşfettiğine şaşırmıştım. Neden Akdeniz, Ege kıyısı değildi de, Batı Karadeniz’de adı hiç duyulmamış küçücük bir kasabayı tercih etmişti? Gördüğüm, özenle yapılmış bir villaydı üstelik. Şimdi anlıyorum aslında. Bahattin Amca da benim gibi doğa meraklısıymış meğer. O zamanlar henüz farkına varamadığımız  güzelliklerin o çoktan farkındaymış…Ne mutlu…Ankara’dan bizi toparlayıp, arabaya atıp götürmüştü. Ben onun hep dördüncü kızıydım. Beni öyle severdi. Bir dolu hoş ve komik anıları, sahili çınlatan şen kahkahalarımızı cebimize koyup, dönmüştük geri. Canımız hiç istemese de…Hemen cep telefonumun tuşlarına bastım, Nilgün karşımdaydı. “Bil bakalım neredeyim?” diye sordum, bir yandan da “kesinlikle bilemez” diyordum içimden, aklına gelmezdi çünkü. Söylediğim de öyle bir çığlık attı ki, telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. Nasıl da sevinmişti, yanımdaymış gibi. İşte paylaşmak buna diyorlar, Şimdi tüm bu güzellikleri sizlerle paylaşmak da aynı. Ben, bunu da seviyorum…

                                                                ***
  

 Safranbolu  Evlerini Gördünüz mü, Lokumundan Yediniz mi?


         Safranbolu, Karabük ilinin en büyük ve en gelişmiş ilçesi. Ankara’nın yaklaşık 200 km. kuzeyinde bulunuyor. Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan evleri ile ünlü  olan bu şehir,bu özelliği sayesinde 17 aralık 1994 tarihinde itibaren Türkiye’de Dünya Miras Listesinde yer alan  9 kültürel varlıktan biri.Adını, bu bölgede yetişen ender görülen bir bitki olan safrandan almış. Tarihte Paflagonya denilen tarihi bir  bölgede bulunuyor ve bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış. Türkler tarafından 1196 yılında alınmış. Kent, engebeli ve ormanlık bir görünüme sahip. Tarihte ünlü İpek Yolu üzerinde olması ticari açıdan değerinin artmasına neden olmuş. Evler, dönemin yaşam biçimini, kültürünü,beğenisini,üstün bir yapı tekniğini yansıtıyor. Hayran olmamak elde değil. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi,Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü öncülüğünde  koruma altına alınmış. Buna hepimiz çok seviniyoruz.
           Tarihi bir dekor içinde, “Kaymakam  Evi”nde, gözleme,ayran ve ev baklavasından oluşan öğlen yemeğimizi yiyoruz. Safranbolu’da restore edilmiş ve turizmin hizmetine sunulmuş bu tarz tarihi konaklar çok var. Bu da turizmimiz açısından ayrıca önemli…
            Yine Osmanlı Dönemi’nin izlerini taşıyan “Arasta” çarşısını gezdik. Diğer bir deyişle; “Yemeniciler Arastası”nı…”Arasta”,Osmanlı İmparatorluğu döneminde ordunun, asker postalı yada o zaman ki adıyla “potin” ihtiyacını karşılamak üzere yapılan çarşıya verilen isim. Daracık sokakları,küçücük renkli dükkanları var.Turizme yönelik, yöre kültürünü yansıtan, el işlemesi çeyiz malzemeleri, tahta işçiliğinin güzel örnekleri satılıyor. Anadolu insanının sıcaklığı yine bizimle. Safranbolu anısı olsun diye hediyelik bir şeyler alıyoruz sevdiklerimize. Bu arada kendime de tabi. Çünkü en büyük tutkumdur,gittiğim her terden mutlaka bir şey alırım oraya özgü. Evim bunlarla dolu, hepsi benim için çok özel.
            Sırada Safranbolu’nun ünlü lokumu var. Merkezde satan büyük,otantik döşenmiş bir dükkanda hem tadına bakıyor hem de alıyoruz.

                                                                    ***

8 Haziran 2011 Çarşamba

- 2-

KİMSESİZ SOKAK ÇOCUKLARIM...

Ankara’ya geldiğim ilk yıllardı...
...Emekli olduktan sonra uzunca bir süre hiçbir şey yapmadım. Başıma gelen acı olayların etkisi enerjimi yok etmiş gibiydi... Depremle başlayan dost ayrılıkları, canım annemin ve sonra da babamın özlemi bende derin izler bırakmıştı. O yılları, üzüntüleri içime sindirmekle geçirmeye çalıştım zor olsa da... Zaman içinde bunlarla yaşamayı öğreniyor ya da alışıyorsunuz .Çocuğunuz için yaşama asılmanız gerektiğini düşünüyor, kabulleniyorsunuz. Kolay görünmese de dayanacak bir şeyler buluyor sonunda insanoğlu. Ben de bunu yakalayabilmiş şanslı insanlardan biriyim.
İçimdeki sevgiyi hiç yitirmedim. İnsana, çiçeğe, dağlara, denize, ormana kısacası doğanın her parçasına; müziğe, şarkıya... yaşama dair her şeyi hep çok sevdim. Çıkış bu olmuştu, SEVGİ...Hızla akıp giden zaman içinde umutlarımı kaybetmeden yaşamaya çalıştım, pes etmeden.
Sonraları, karanlık gecelerin ardından doğan güneş gibi yüreğim aydınlandı yavaşça. Bu tatlı uyanış, beni yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirdi.
Artık bu kadar beklemek yeter dedim ve yalnızlığımı bir kenara bırakıp, sevgimi vermek üzere yeni arayışlar içine girdim.
Deprem sonrası, Ankara’da doğup büyüdüğüm bu tanıdık yerde her şey, artık bana yabancı gibiydi. Farklı bir çevrede, yeni arkadaşlarım vardı. Yeni kazanımlar elbette ki çok hoştu. Oysa eski dostlar, hayır hayır bu haksızlık olur, eski değil unutulmaz dostlar sizden çok uzaktı. Bulduğum her uygun koşulda onlara koşuyordum. Ama ne zamana kadar?Bu boşluğu nasıl dolduracaktım?
Çeşitli derneklere gittim. Bir süre devam ettiysem de hep bir eksiklik duydum içimde.
Yıllar sonra Ankara’da karşılaştığım Yalovalı bir arkadaşımdan, değişik bir öneri geldi. “Sokak Çocukları”Derneğinde çalışalım diyordu. Birden yüreğimin heyecanla çarptığını hissettim. Evet, işte aradığım buydu. Sevgi yokluğu yaşayan “kimsesiz sokak çocukları” ile olmalıydım.
İşe, gönüllü eğitmen olarak başladım. Değişik yaş grubundan olan çocuklara derslerinde yardımcı oluyordum. Kimisi okuma yazmayı bile yeni öğreniyordu. EN ÖNEMLİSİ SEVMEYİ ve SEVİLMEYİ öğreniyorlardı. Bu ilgi öylesine hoşlarına gitmişti ki, bunu ancak yüz ifadelerinden anlayabilirsiniz. Derin bir hüznün görüldüğü o bakışlarda, bazen sevinç, çoğu zamanda mutluluk okunmaya başlamıştı. Gözlerinde yakaladığım ışık beni nasıl da sevindiriyordu.
Sonraları aramızda müthiş bir diyalog oluştu. İki yıl süren beraberliğimizde birbirimizi hem çok iyi anladık hem de harika zamanlar geçirdik. Onlar için de öyle olduğunu biliyorum. Yaşamın acıları hafiflemiş gibiydi, ya da bir süre için öyle göründü. Olsun...Artık arabesk müzik çalan bir kaset çalarları vardı ve mutluydular!
Doğum günleri kutladık. Belki de, yaşamları boyunca olmayan bir doğum günü pastasının mumlarını üflediler, kim bilir neler dileyerek...Ve yediler. Kimi çikolatalı kimi meyveli...
Geçmişe döndük kimi zaman, o anlatılması zor günlere. Annelik iç güdüsüyle sarıldım sıkı sıkıya... Dert ortağı, sırdaş olduk. İçimdeki coşku ve huzurla döndüm eve çoğu zaman...
Sinemaya, tiyatroya gittim onlarla. Onlar için düzenlenen etkinliklerde omuz omuza çalıştık. Kalem sattık, kupa, takvim de...Ve daha bir sürü hoş paylaşımlar yaşadık elele...
Şimdilerde onlardan öğrendiğim yaşam adına çok şey var. Farklı bakıyorum hayata...

“Haydi, bu gençlere, çocuklara sizlerle bu güzellikleri paylaşma şansını verin. Onlara siz de hayat verin.”

“SOKAK ÇOCUKLARI İÇİN YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR. ÇOK GEÇ OLMADAN YARIN DEĞİL, BUGÜNDEN ÇOCUKLAR İÇİN ELELE!
Ayşe Gönül TEHMEN
2001- ANKARA
…PAŞAKÖY’ DEN ÖNCESİ…

…Yaşamımda çok değil, biraz geriye gittiğim de, ilk gençlik yıllarımın en önemli, ya da deyim yerindeyse, kayda değer bir zaman dilimini Yalova’da geçirdiğimi anımsıyorum. O dönemlere ilişkin o kadar çok, güzel ve asla unutulmayacak anı var ki… Düşünüyorum da, bu şehir benim için gerçekten önemli…
Deprem sonrası zorunlu olarak, hiç istemesem de Ankara’ya gittim. Orası benim doğduğum, sevdiklerimin yanında olabileceğim bir yerdi. Ne yazık ki, her şey insanların umduğu gibi gitmiyor. Depremin yıkıntılarını toparlamaya çalışırken, beklenmedik kayıplarla ardı ardına gelen onarılmaz yıkımlardan ve depremden yaklaşık yedi yıl sonra bir çıkış aradığımda, yine aklıma gelen ilk ve tek yer Yalova oldu. Karar vermeden önce gönlümü birçok yerde gezdirdim, hatta gittim, yaşadım; Yurduma haksızlık etmek istemiyorum. Ama hayır, asla Yalova aklımdan çıkmadı.Döndüm dolaştım,sonunda kendimi burada buldum.Yalova’nın belki de ya da eminim diyeceğim bağışlayın, beni en çok büyüleyen yerine,Paşaköy’e yerleştim.Gerçekte bu kararı vermek çok zordur görenler için.Çünkü Yalova’da her yer farklı bir hoşluk ve çekiciliğe sahiptir. Bunu biliyorsunuz; Maviada’ nın bir önce ki sayısında anlatmıştım dilimin döndüğünce. Ama o satırlar yetmedi bana, az geldi. Yönetmenim yine yaz dediğinde nasıl heyecanlandım… Bu kez farklı bir açıdan bakarak, Paşaköy’de sizlerle olmayı istedim…
…Yalova’yı bana göre çekici yapan en önemli özelliklerinden biri doğal güzellikleri, varlıkları, çeşitlilikleri… Aradığınız her şeyi burada bulabilirsiniz. Harika bir iklim, verimli toprak, ürün bolluğu, konumunun getirdiği ulaşım kolaylıkları… v.b.gibi bir dolu özellik, onu yerleşim açısından aranılan, tercih edilen bir bölge haline getiriyor. Dağları bile bir farklıdır Yalova’nın. Orada yeşilin her türünü görebilirsiniz. Uçarcasına inerken orman yollarından aşağıya, bir sestir, en sevdiğiniz bir şarkıdır kulaklarınızda rüzgarın uğultusu… Yolunuzun üzerinde ki minik yavru kaplumbağa, rengarenk çiçeklerin arasında dolanan kelebekler, dağ çileklerinin tadı, ıhlamurun kokusu… Gökkuşağı yolunun her iki yanından yayılan koyun sürülerini uzaktan görüntüsü, hele bir de gün batımları… Gecenin rengi ikiye ayrılmış gibidir. Sarı, turuncu ve kırmızılar maviye kesen laciverde karışırken, değil bakmaya tadına doyulmaz Paşaköy’ ün…

Bütün bu güzelliklerin kolay kazanılmadığı bir gerçek. Geçmişte çok acılar yaşanmış olmalı diyerek başladım Paşaköy’ ün tarihini araştırmaya. Bunları öğrenmek benim için bir görevdi sanki. Eksik bir şeyler vardı, onu tamamlamak gerekiyordu. Bu güzelliklerin bir de geçmişi olmalıydı. Paşaköy’e haksızlık etmemek gerekiyordu… O’nu bu kadar seviyorsam onunla ilgili her şeyi de bilmem gerekir dedim… Coğrafya öğretmenliğimin yanı sıra “Tarih” dersi öğretmenliği de yapmış olmam, bu işi merakla birlikte bir görev saymamın da nedeni oldu. Bildiklerimi ve yıllarca öğrencilerimle paylaştıklarımı bir de sizlerle paylaşmayı istedim.
Aslında ders kitaplarında okuduklarımızdan hiç de farklı değil olan bitenler veya Paşaköy’ ün payına düşenler de... Ancak burada ki en önemli etken, gerçekleri hala yaşayan canlı kaynaklardan alıyorsunuz. Ve onların yüzünde geçmişin o silinmez izlerini açık seçik görebiliyorsunuz. İşte bu duygu ki, her şeyi farklı kılıyor.
30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra, tüm yurdumuzda olduğu gibi Yalova yöresinde de işgaller başlamış. Ancak, buraların tarihi oldukça eskilere dayanıyor. Güneyde ki Samanlı Dağları’nın Antik çağda ki adı, Arganthonios. Yerleşim Hitit dönemine kadar gidiyor. Daha sonraları Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalıyor. Yörede ki kaplıcalardan tarih süresince de yararlanılmış. Düşünülünce, kaplıcaların daha doğrusu, Termal kaynakların varlığına bağlı olarak gelişen sağlık turizminin doğuşunu, hatta gelişmesini o dönemlere dayandırmamız gerekir. Çünkü yapılmış olan tesisler bugün de turizm açısından aynı tarihsel özellikleri ve önemi taşıyor.
Yalova’nın Osmanlıların egemenliği altına girmesi ile Armutlu Yarımadası ve Yalakdere’nin batı kesimleri Rum ve Ermeni hakimiyetine girmiş. Cumhuriyet’in ilanından sonra da çevre ülkelerden göç almış. Bu nedenle, tam bir Türkçenin konuşulması olanaksız olmuş. Daha doğrusu farklı kültürlerin karıştığı, farklı dillerin konuşulduğu bir yer olmuş bu topraklar. Yerli halk ile kaynaşmak uzun zaman almış. Bu süre içinde kendilerini ayrı tutmuşlar.
Mondros’tan sonra, köylerde kurulan küçük koruma birlikleri, bölgelerini Yunan işgallerine karşı savunmuşlar. Bu durumda Yalova’nın köyleri de Yunan işgaline uğramışlar. Paşaköy’de bunlardan biri. Köyün yerinde bugün bu işgalin ve çarpışmaların izlerini görmek mümkün. Kurtuluştan sonra ise, Paşaköy’ lüler Safran Köyü’ne yerleştirilmişler. Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelen göçmenlerle birlikte o gün bu gündür yaşamlarını birlikte dostça, arkadaşça, artık bir ülkenin aynı insanları olarak, asla başka bir şey düşünmeden, hatta bunu akıllarına bile getirmeden sürdürüyorlar. Düşünün ki, onca acıdan sonra, bunların yaşanmasından daha güzel, daha istenen başka bir mutluluk olabilir mi?
Şimdi, ormana karşı balkonumda uzaklara bakarken, her şeye karşın buralarda yaşanmış güzel duygulara, aşklara dalıp gittiğimi anımsıyorum…

Ayşe Gönül TEHMEN
TRABZON HAZİRAN 2007