16 Ekim 2011 Pazar

ÇEŞM-İ CİHAN...

        AMASRA ; ÇEŞM-İ  CİHAN”…

     Bu sabah,uykusuz geçen gecenin ardından,her zaman ki gibi yeni bir gezinin heyecanı ve tatlı telaşı içindeyim. Hep böyle olurum ben. Yurdumun bilmediğim bir başka yöresine gitmek beni mutlu heyecanlara sürüklüyor. Bu duyguya bayılıyorum…
       Bu kez Karadeniz’in, daha doğrusu Batı Karadeniz’in çok şirin bir sahil kasabasına uzanacağız. Nicedir görmek istediğim bir yer. Benim sevdamı bilen  güzel dostlarım, haber verdikleri zaman sevinçten havalara uçmuştum.
       İşte şimdi düşlerimin küçük, balıkçı kasabası  Amasra’ya gidiyoruz.
      

                                                        ***
       Geceden çıkardım sırt çantamı durduğu yerden. İçine en gerekli iki üç parça eşyayı yerleştirdim, başucuma koyup yattım. Sabah  ayaküstü bir kahvaltıdan sonra vurdum omzuma, düştüm yollara…
       Sözleştiğimiz saatten çok önce otobüsün kalkacağı yere varmıştım bile. Beklemeyi hiç sevmiyorum ama bu koşuşturma içinde her şey saat gibi işlemiyor bazen. Sabretmek gerektiğini hayat öyle bir öğretiyor ki. Neyse, zor geçen birkaç dakikadan sonra hareket ettik. Rehberimizin anlattıklarını dinlerken, bir yandan da elime verilen programa göz gezdirmeye çalıştım acele…Herkes, yanında ki yol arkadaşı ile koyu bir sohbette görünüyor. Bazıları da, yolu büyük bir keyifle izliyor. Ben de bunlarda biriyim aslında. Ne gazete yada başka bir şey okuyabilirim, ne de konuşabilirim. Doğayı, evleri, kasabaları, köyleri, tarlada çalışan insanları…izlemekten büyük bir keyif alırım. Ama bu defa öyle değil. Çünkü yanımda, Yalova’da ki genç kızlık günlerimizin can arkadaşı Zühre var. Onunla yıllar sonra,Ankara’da karşılaşmayı herhalde ne o, ne de ben aklımıza hiç getirmemiştik. Ama hayat dedim ya, insanları hiç ummadığı zamanlarda bir araya getiriveriyor işte. Bunlara, mutlu rastlantılar diyorum ben…Biz de anılarımıza öyle bir dalış yapmışız ki, sormayın gitsin…Bu arada göz ucuyla da olsa dışarıyı kaçırmamaya çalışıyorum. Zührecim de farkında ama ne yapsın? Arkadaşı bir doğa tutkunu tam anlamıyla. Çaresi yok, bir süre sonra o da bana katılacak…
        Artık bir hayli yok aldık sayılır. Ankara’nın meşhur bozkırlarının giderek değiştiğini gözlemliyoruz. Uzun süredir yeşilin her tonundan oluşan, alabildiğine gür bir orman örtüsü bizimle beraber. Mayıs ayında olmamıza karşın,dağların yüksek yerlerinde hala kar var. Göl manzaralı dağ köylerini görüyoruz. Sonra, Gerede,Bartın,Zonguldak yoluna giriyoruz. Baharla beraber canlanan doğanın içinde kuzular,oğlaklar,buzağılarla dolu çiftliklerden geçiyoruz.
       Kızılırmak’ın kolu Devrek çayı ve kasabası, erik ağaçları ile bizi karşılıyor. Ağaçtan işlemeli bastonları ile ünlü olduğunu öğreniyorum. Yol boyu, tüm Karadeniz’in özelliği olan dağınık yerleşmenin hakim olduğu bir görüntü var yaylalarda. Camisi,kırmızı kiremitli damları ile şirin dağ köyleri oraya buraya serpilmiş,yeşilin içinde dikkat çekiyorlar. Doğa buralara halısını çoktan sermiş.
      “Kuşkaya”sına geldik bile.Tarihsel turizmin ilk başladığı yer,ilk mola noktası. Roma zamanına ait ve 75 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor.Yukarda tarihi bir anıt var. O kadar çok kuş var ki,sesleri kulaklarımızı dolduruveriyor. Fatih Sultan Mehmet,denizi buradan ilk gördüğünde, “Çeşm-i Cihan dedikleri yer burası olmalı” demiş. Gerçekten de Amasra buradan bir başka görünüyor.
       Amasra Kalesi, Roma döneminde, M.S.14. ve 15. Yüzyıllarda Cenovalılar tarafından yapılmış. Adı,kraliçe Amasris’den geliyor. O’nun kolyesini andıran bir kapıdan geçerek kaleye giriyorsunuz.”Karanlık Kapı”. Bu arada “dilek taşı”nda dilekleriniz diliyorsunuz. Gerçekleşmesi, attığınız taşların delikten geçmesine bağlı. Olur yada olmaz ama bir süre eğlenmemize neden oldu.
       Ordu  ve Trabzon’dan sonra burada da bir Boztepe olduğunu öğrendik. Oraya, kısa, dar çiçekli bir patikadan hafif tırmanarak çıkıyoruz.“Ağlayan Ağaç”ın hikayesini dinliyoruz.Yaprakları sisli havalarda terleme yaparak su akıtıyormuş. Adı buradan geliyor. Kırk yaşından daha büyük olduğu söylendi.Hemen karşımızda,“Tavşan Adası” bulunuyor. Üzerinde çok sayıda beyaz tavşan  oradan oraya koşturup duruyor. Denizin üzerinde martıları izliyoruz. Gelişigüzel yazılmış bir tabela dikkat çekiyor. “Tavşan,martı ve yunusları seyretmek için dürbün, beş dakikası beşyüz kuruş”…Yüzlerde gülümseme…
         Papatyalar,mor dağ sümbülleri,yıldız çiçekleri topluyorum yol kenarlarından. Bahar, doğanın bayramı olmalı. Salaş bir çay bahçesinde, denizin hemen yanında çayımı yudumlarken inanılmaz bir keyif  yaşıyorum. Denizin kokusunu derin derin içime çekiyorum. Gözlerim kapalı, her şeyden uzak hayallerim ve düşüncelerimle baş başayım şimdi.Tekrar açtığımda ise,karabataklar,martılar,balıkçı motorları ile deniz, tıpkı bir kartpostal misali karşımda. Amasra’nın beni yanıltmayacağını biliyordum. Birden gözüm takıldı karşı tepelere. Beton bloklar kondurulmuş plansız ve gelişigüzel. Hiç iç açıcı değil gördüklerim, gelecek için umut vermiyor. Doğanın ve bu güzelim kentin bu şekilde bozulmasına umarım bir dur diyen çıkar, çıkmalı da…
            Kalacağımız yer, Çakraz köyü. Amasra’nın içinden gidiliyor. Dağdan inerken pek çok köyden geçiyoruz. Yol oldukça virajlı. Her dönüşte farklı bir deniz ve dağ manzarası ile karşılaşıyoruz. Erikler yol boyu kar taneleri gibi çiçeklerini açmış,bize hazırlanmışlar sanki. Otobüste fotoğraf makinemle sabitlemeye çalışıyorum görüntüleri yalpalanarak! Zühre ile gülüşüyoruz. Çakraz, deniz kenarında .Henüz keşfedilmemiş,bakir bir köy bizi karşılıyor. Buna seviniyorum sessizce. Bu doğallığı bu saflığı ilk keşfeden ben oldum diye. Denize sıfır bir motelde konaklayacağız. Deniz, el değmemiş bir kumsal,orman ve kayalıklar bir arada.Denize girenler var,hava öylesine sıcak. Doğa da bizden yana. Artık gün batımına yaklaşıyoruz. Manzara büyüleyici. Soluğumu tutup izliyorum bir süre…Sonra, yorulan ayaklarımı,kıyıda Karadeniz’in serin sularında dinlendiriyorum. Soğuk önce içimi ürpertse de hoşuma gidiyor. Sonra da sahilde yürüyorum, sıcacık kumların üzerinde…
             Akşam yemeğimiz,mercimek çorbası,sınırsız balık ve salatadan oluşuyor. Zaten Amasra’da balık ve salata yemeden eve dönmek yok. Salatada bildiğiniz her türlü ot var. Roka, kıvırcık,taze soğan,tere,maydanoz,taze nane,domates,yeşil biber,körpecik semizotu…daha sayayım mı? Bunların hepsi de, henüz bahçelerden koparılmış masaya getirilmiş, o kadar taze ve leziz.Turşu bile vardı. Geç vakte kadar müzikle,şarkılarla devam ettik…Sabah açık pencereden burnuma gelen denizin kokusu ve dalga sesi ile gözlerimi Karadeniz’e açtım. Hafifi çırpıntı vardı. Deniz’i nasıl özlediğimi işte o zaman daha iyi anladım.Uzaktan gördüğümüz dost yunuslarla tadına doyulmaz bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası grupta ki genç arkadaşımızın gitarından çıkan nağmeler beni hem hüzne hem umuda götürdü. “Ne kavgam bitti ne sevdam,ömür geçer gönül geçmez; Her ayrılık bir vurgun gibi,değmeyin yaşlarıma,benden selam söyleyin tüm aşklarıma”… Sonra,sahilde uzun bir gezinti yaptık. Yol kenarında sebze satan bahçe sahipleri ile sohbetler ettik. Alışveriş yaptık. Dönüşte aynı salatayı evde yapmaya çalıştık ama inanın aynı tadı vermedi nedense!
                 Çakraz’ı bırakıp gitmek zor olacak gibi. Ama her güzelliğin bir sonu var ne yazık, istemesek de…

Patara’ dan Sonra En Uzun Sahile Sahip Bir Tatil beldesi; İnkumu…

                Orası da neresi demeyin? İnkumu plajı… Bartın ili merkezine 15 km. uzaklıkta ve kuzeyde, Batı Karadeniz’in eşsiz güzelliklerine sahip bir tatil ve turizm cenneti… 3 Km. uzunluğunda sahil şeridi,pırıl pırıl denizi,yamaçlarında çam ormanlarıyla şirin bir yer. Yaz gelince neredeyse bütün Bartın’ın göç ettiği yazlık bir yöre. Benim de burası ile ilgili unutamadığım güzel anılarım var. Deniz kıyısında çayımı yudumlarken o yıllara döndüm yeniden. Sene, 1975-76 olmalı. Sanırım kısa bir tatile denk gelmişti. Ankara’dan, sevgili arkadaşım, canım kardeşim Nilüş’lerin yazlığına gitmiştik İnkumun’da bir evleri vardı. Bahattin Amca’nın o zaman, orayı nasıl keşfettiğine şaşırmıştım. Neden Akdeniz, Ege kıyısı değildi de, Batı Karadeniz’de adı hiç duyulmamış küçücük bir kasabayı tercih etmişti? Gördüğüm, özenle yapılmış bir villaydı üstelik. Şimdi anlıyorum aslında. Bahattin Amca da benim gibi doğa meraklısıymış meğer. O zamanlar henüz farkına varamadığımız  güzelliklerin o çoktan farkındaymış…Ne mutlu…Ankara’dan bizi toparlayıp, arabaya atıp götürmüştü. Ben onun hep dördüncü kızıydım. Beni öyle severdi. Bir dolu hoş ve komik anıları, sahili çınlatan şen kahkahalarımızı cebimize koyup, dönmüştük geri. Canımız hiç istemese de…Hemen cep telefonumun tuşlarına bastım, Nilgün karşımdaydı. “Bil bakalım neredeyim?” diye sordum, bir yandan da “kesinlikle bilemez” diyordum içimden, aklına gelmezdi çünkü. Söylediğim de öyle bir çığlık attı ki, telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. Nasıl da sevinmişti, yanımdaymış gibi. İşte paylaşmak buna diyorlar, Şimdi tüm bu güzellikleri sizlerle paylaşmak da aynı. Ben, bunu da seviyorum…

                                                                ***
  

 Safranbolu  Evlerini Gördünüz mü, Lokumundan Yediniz mi?


         Safranbolu, Karabük ilinin en büyük ve en gelişmiş ilçesi. Ankara’nın yaklaşık 200 km. kuzeyinde bulunuyor. Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan evleri ile ünlü  olan bu şehir,bu özelliği sayesinde 17 aralık 1994 tarihinde itibaren Türkiye’de Dünya Miras Listesinde yer alan  9 kültürel varlıktan biri.Adını, bu bölgede yetişen ender görülen bir bitki olan safrandan almış. Tarihte Paflagonya denilen tarihi bir  bölgede bulunuyor ve bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış. Türkler tarafından 1196 yılında alınmış. Kent, engebeli ve ormanlık bir görünüme sahip. Tarihte ünlü İpek Yolu üzerinde olması ticari açıdan değerinin artmasına neden olmuş. Evler, dönemin yaşam biçimini, kültürünü,beğenisini,üstün bir yapı tekniğini yansıtıyor. Hayran olmamak elde değil. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi,Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü öncülüğünde  koruma altına alınmış. Buna hepimiz çok seviniyoruz.
           Tarihi bir dekor içinde, “Kaymakam  Evi”nde, gözleme,ayran ve ev baklavasından oluşan öğlen yemeğimizi yiyoruz. Safranbolu’da restore edilmiş ve turizmin hizmetine sunulmuş bu tarz tarihi konaklar çok var. Bu da turizmimiz açısından ayrıca önemli…
            Yine Osmanlı Dönemi’nin izlerini taşıyan “Arasta” çarşısını gezdik. Diğer bir deyişle; “Yemeniciler Arastası”nı…”Arasta”,Osmanlı İmparatorluğu döneminde ordunun, asker postalı yada o zaman ki adıyla “potin” ihtiyacını karşılamak üzere yapılan çarşıya verilen isim. Daracık sokakları,küçücük renkli dükkanları var.Turizme yönelik, yöre kültürünü yansıtan, el işlemesi çeyiz malzemeleri, tahta işçiliğinin güzel örnekleri satılıyor. Anadolu insanının sıcaklığı yine bizimle. Safranbolu anısı olsun diye hediyelik bir şeyler alıyoruz sevdiklerimize. Bu arada kendime de tabi. Çünkü en büyük tutkumdur,gittiğim her terden mutlaka bir şey alırım oraya özgü. Evim bunlarla dolu, hepsi benim için çok özel.
            Sırada Safranbolu’nun ünlü lokumu var. Merkezde satan büyük,otantik döşenmiş bir dükkanda hem tadına bakıyor hem de alıyoruz.

                                                                    ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder